14 Aralık 2008 Pazar

BİTİŞ OLMAYAN KOŞU OLUR MU?

Yıl 1972.Olimpiyatlarda müthiş bir final oynanıyor , basketbol finali. Amerika , o zamanki Sovyetler Birliği ile oynuyor , ama soğuk savaşın yoğunluğu arasında karşılaşmanın anlamı çok büyük. Karşılaşmanın bitmesine 3 saniye kala ABD 1 sayı önde ve top Sovyetlerde. O yıllarda ülkemize henüz yeni gelmiş televizyonların başında mıhlanmış bekliyoruz , bakalım son üç saniyede ne olacak? O çok kısa aralıkta Sovyetler topu karşı potaya gönderiyor ve 1 sayı farkla ( o zaman üç sayı kuralı yok) maçı kazanıyor. Üç saniye önce bitse sonuç farklı olacak. Daha yenilere geliyoruz 2000 yılı Avrupa futbol şampiyonası final maçının uzatma dakikaları oynanıyor İtalya 1-0 önde , hakemin kronometresine bakması (kafasını çevirmesi ve kaldırması bile birkaç saniye tutar değil mi İtalyan arkadaşlar ?) kadar kısa bir süre kala Fransa beraberlik sayısını atıyor, maç uzuyor ve Fransa uzatma devresinde attığı golle Avrupa şampiyonu oluyor, bir kaç saniyelik hesap şaşması nedeniyle İtalyanların hevesleri kursaklarında kalıyor. Atletizm yarışmalarında da buna benzer şekilde hep bir bitiş çizgisi var, bu bitiş zamanını veya mesafesini önceden belirlenmiş , biliyorsunuz , yarış o anda veya orada bitiyor. Kazanan seviniyor , kaybeden üzülüyor. Ama acaba yarışın sonu burası mı? Yarışın sonu başka bir anada veya yerde olsa sonuç çok farklı olacak. Peki yarışın sonu var mı? Baksanıza yarışların, koşuların, karşılaşmaların biri bitince bir başkası başlıyor .Avrupa şampiyonası , Dünya şampiyonası, Olimpiyatlar vb. Belki de yarış hiç bitmiyor. Ya da bizim bittiğini sandığımız anda başka bir yarış başlamış oluyor.


Hayatımızda da böyle ; bir olayda kazanır gibi görüyoruz kendimizi, seviniyoruz ama mutluluğumuz ancak belirli bir süre için geçerli. Aslında yarış çizgisi hep öteleniyor belki de biz göremiyoruz. Koşmamız için hep ileride bir çizginin varlığını hissediyoruz , yok yok biz koyuyoruz o çizgileri. Çizgiyi nereye koyarsak , sonuç değişik olur, ama hızlı koşuşturma arasında biz bunu pek düşünemiyoruz. Etrafını kırıp geçirenlerin , insanlık değerlerini yok sayıp çizgiyi önde bitirmeye çalışanların gözleri yalnız o çizgiyi görüyor. Oysa Çinli bilge Lao TZU ne demişti? “ Bilge kişi sonda olmayı seçti , böylelikle birinci oldu” Hayat yarışının bitiş çizgisi yok, biliyoruz değil mi. Hatta yarış bile yok . yalnızca koşan biri var , koşmamız ise yaşadığımızın kanıtı
. O halde bunu anlayanlar anlamayanlara ,daha hoşgörülü davranmalı değil mi?

Bütün bunları saatte sekiz km hızla giden bir koşu bandının üstünde koşarken, terlerim derimden fışkırırken düşünüyorum. Hayatı yakalamanın mümkün olmadığını hatta gerekmediğini de hatırlatıyor bana bu koşu bandı. Onun hızıyla koşuyorum, hızımı bazen artırıyorum , bazen azaltıyorum , belirli bir tempoya eriştikten sonra bir ara o sekizle koşarken ben biraz ( ama pek az )fazla koşmaya çalışıyorum, bu durumda daha rahat koştuğumu ayaklarımı kaldırıp indirirken hayat bandının hızına göre ayak uydurduğumu gözlemliyorum. Onun hızından çok fazla koşmam mümkün değil, onun hızının altında kalırsam ise banttan düşmem pek olası.
Burada bir yarış olmadığını ve tüm gerekli şeyin onunla beraber koşmak olduğunu, ve bu koşunun bir bitiş çizgisi olmadığını düşünüyorum. Ama hayat, yani yaşam koşusu daha kolay olmalı koşu bandından çünkü otuz dakikadan sonra nefesiniz ve ayaklarınızda görülen emareler sizi koşuyu bırakmaya doğru yönlendiriyor. Hayatta kaç yıla tekabül eder bu otuz dakika acaba? Koşmaktan sıkılmadan, koşunun tadına varmamız dileğiyle

BAŞARI İÇİN BİR KOÇA İHTİYACINIZ VAR

Koşu bandında sabit hızımı korumaya çalışırken kulağım yan tarafımda koşmakla yürümek arasında mücadele eden hafif kilolu hanımla ona bir şeyler anlatan spor danışmanın konuşmasına doğru kaydı ve ister istemez kulak misafiri oluyorum. Kadın sürekli yürüdüğünü ve uzmanların söylediklerini yaptığını ama bir türlü kilo veremediğini dertlene dertlene anlatıyor. Uzman ise kadının söylediklerinin doğru olup olmadığını bilmediğinden onları doğru kabul edip zayıflayamama nedenini başka bir yerlerde arıyordu. Bir ara kadının “ her gün buralara taşınıyorum istemeye istemeye “ dediğini duyar gibi oluyorum. Sonra uzman kadını üzmeden nazikçe yorumunu yapıverdi.
“sevmeden yaptığınız işin faydası olacağını sanmıyorum bu şekilde ne kadar spor yaparsanız yapın coşku duymadan yaparsanız size bir faydası olmaz ”
Ben uzmanın ne kadar haklı olduğunu düşünürken bir de bakmışım ki hedef mesafemin yarısını kat etmişim. Hızımı artırma zamanı gelmişken fark ettim ki kulağım ya da uyanık bilincim başka bir şeyle meşgulken bilinçsiz yaptığım )hadi bilinçaltımın kontrol ettiği diyelim )
Koşu beni yormuyor. Gerçekten bunun böyle olduğunu yine koşu bandında geçenlerde yanımdaki bantta koşan arkadaşımla aralıklı sohbetim sırasında doğrulamış ve bazen çok sıkıştığım ve koşunun bir an önce bitmesini istediğim anlarda bilincimi başka şeylerle meşgul etmeyi denemiş ve başarmıştım.
Koşumun sonuna doğru gelirken tekrar bilincimi meşgul etmeyi denedim. Gerçekten neden her seferinde 30 dakika ve saatte sekiz km hızla koşuyorum? Bu kez daha hızlı koşmalıyım. Yoksa hep aynı sürede aynı hızla ne nefesimi ne de bacak kaslarımı geliştirir. Benzer şekilde aletli çalışmada da hep aynı ağırlıkları hep aynı sayıda tekrar edersem kaslarım gelişir mi? faydası mutlaka olur ama gelişme olması için her seferinde ya daha hızlı ya daha uzun ya da daha ağır veya daha çok tekrarlı yapmalıyım. Doğru haltercilerin artık kaldıramadıkları ağırlıklara gelince sevindiklerini çünkü ancak o noktada kaslarının geliştiğini bildikleri okuduğumu hatırladım.
Bebekleri düşünüyorum yürümeye başladıklarında her gün üç adım atsalar hiç bir zaman yürümeyeceklerini düşünüyorum. Kendimizi geliştirmek için her gün ya da her belirli aralıkta bir önceki aralıktan daha iyi daha üstün olmamız gereklidir.
Yabancı bir şehirde yol ararken ya da metro istasyonlarında doğru bağlantıları bulmaya çalışırken veya bilmece çözerken tekrarla yapılan işlerde beceri kazanıldığını daha zor derecelerin arandığı ve ustalık derecesine ancak tekrarlayarak ve zorluk derecesini artırarak varıldığını hepimiz yaşayarak öğrenmişizdir. Bir de bunların üstüne uzmanın biraz önce söylediği gibi severek ve isteyerek yapma olgusunu eklediğimizde başarının sırrını bulmuş oluyoruz.
Aman tanrım ben bunları düşünürken kırk dakikayı geçmişim. Yanımdaki kadın çoktan terk etmiş bandı. Bir dahaki sefere nasıl aşacağım bakalım bunu?
Yoksa en iyi yöntem yeni doğmuş bir kuzuyu alıp her gün bir tepeye tırmanmak mı? kuzu her gün büyüyecek ama artış her gün çok büyük olmadığı için bunu fark etmek mümkün olmayacaktır. Bu şekilde bir gün sırtımda bir koçu tepeye çıkartıp indirebilirim yani…

Neredeydi bu stop düğmesi ya?

6 Eylül 2008 Cumartesi

TAMAMEN DUYGUSAL

Yok , tahmin ettiğiniz gibi olmayacak ve ben para odaklı olmaktan falan bahsetmeyeceğim. Değinmek istediğim iş ve arkadaş çevresinde sıkça duyduğum , biraz insanların özeleştiri yapıyor izlenimi vererek söyledikleri , belki de bazı şeylere mazeret ararken araya sıkıştırdıkları, ya da tutundukları bir söz:
“ Ya ben çok duygusalım”.
Hangi nedenle söylenmiş olursa olsun , bu sözcüklerin arkasına biraz dikkatle bakacak olursanız bu ifadenin pek doğru olmadığını hissedeceksiniz. Bunu söyleyen kimseye şöyle sorsanız :
“ Duygusal olmamak mümkün mü acaba herhangi bir zaman içinde?”
Soruları çeşitlendirmek ve karşınızdakinin kafasını karıştırmak ta mümkündür:
“ Duygusal olmak kötü bir şey mi sence?”
“ Duygusal olmanın kötü tarafı nedir?”
Duygusal olduğunu iddia eden kişi aslında duygularından değil onların dışa vurumundan söz etmektedir büyük bir olasılıkla. Yani reaksiyonlarından. Kızmak, üzülmek, kaygılanmak, sevinmek, korkmak,acımak,neşelenmek çevre tarafından görülen resimdir. Yanınızda kimse olmasa bile dışa nakledilen bir reaksiyondur. Reaksiyonlar dış etkiye karşı verilen ani yanıtlardır,aynen Newton kuralı gibi: Etki tepkiyi doğurur. Bu tamamen fiziksel bir ifadedir.Burada sözü geçen reaksiyonlar yani duyguların dışa vurulması da buna benzer; fiziksel bir hareket gibidir.
Duygunuz ise içinizdedir, o hep orada vardır , bizim onu ısıtmamızı , kuluçkuya yatırmamızı beklemektir. Sevinç, mutluluk, minnettarlık, ve tabi en önemli duygumuz sevgi hep içinizdedir. Sizin hissettiğiniz şeydir çoğunlukla , ifade ederken güçlük çektiğiniz, kelimelerin kifayetsiz olduğu bir haldir. Belki bir şiirin dizesinde ,belki sözsüz bir ezgide dokunabildiklerinizdir, kalbinizle.

“Ne yani duygularımı dışarı vurmayıp içime atayım, sonra mide kanaması geçireyim ya da guatr olayım , bu mudur tavsiyen? “ derseniz, biraz daha düşünün derim. Önce etki ile tepki arasındaki zamanı uzatmaya çalışın. Bunu başardığınız zaman duygusal tepkiniz iç eleklerinizde sallanmaya başlayacaktır , eleğin üstünde kalanları çabuk unutmanız sizin güçlenmenizi sağlayacaktır.Alta geçenleri dinlendirin. Sonra duygularınızla baş başa kalın, onlarla içinizden konuşun. Onları dinleyin.
İnsanlar içsel gelişimleri sırasında bu merdivenlerin basamaklarından çıktıklarını kendileri görürler. Hiç bitmeyecek evrim geçirme basamaklarında yükseldikçe dışa vurum, yani reaksiyonlar azalacaktır.
Tamamen reaksiyonel olanı içsel halde tuttuğunuz zaman onu da güzel bir yerlerde saklayıp hayatınızın tadına varacaksınız ve bu da size yeni bir duygu olarak geri dönecek.
Geçtiğimiz günlerde sevdiğimiz bir ağabeyimiz vefat etti , onun anısına bir anı defteri hazırladık ve arkadaşlarının kendisi hakkında birkaç satır yazı yazmasını istedik. Bir çok kişi yazdı deftere. Bir kişiye ben "yazar mısınız?" diye sorunca , duraksadı ve yüzüme baktı. Ben şüphe içinde bekliyordum; belki araları pek iyi değildi , belki aralarında benim bilmediğim bir hukuk vardı . Bunlar kafamın içinden geçerken kelimeler ağzından hafifçe, yani hem yavaş hem de sessizce çıkmaya başladı.
“Ben onun hakkında çok derin duygulara sahibim, cenazede bu duyguları tekrar tekrar yaşadım, şimdi bu duyguları yazarsam sanki bir şeyler uçacak, yok olacak gibi geliyor bana...”
İşte merdiven basamaklarından atlamış, başka düzeye geçmiş bir söylem. Gerisini benim anlamamı bekliyordu. Çok şükür anladım sanıyorum, hiç ısrar etmedim.

3 Ağustos 2008 Pazar

ÇALIŞAN PERFORMANSINI BERBAT ETMENİN 4 EMİN YOLU

Çalışanlarımızın daha kötü çalışmasını sağlamak elinizdedir. Onlara yaklaşımınızda aşağıda belirtilen dört ana yolla bu hedefinize kolaylıkla ulaşabilirsiniz.
1.ONU ŞAŞIRTIN
Sabahleyin erkenden onun yanına gidin hal ve hatırını sorun. Sonra bir akşam birlikte yemeğe çıkın ve onunla ne kadar dostane bir şekilde anlaştığınızı gösterin. Arada bir yerde “ iş her zaman yürür aslolan dostluktur” gibi sözler söyleyin. Ertesi sabah onun yerine o gelmeden önce gidin. O oradaysa güzel sözler söyleyin. O sizden sonra geldiyse onun masasına oturun ve yabancı gözlerle ona bakın. Profesyonelliğin işe hep erken gelmekle başladığını söyleyin.
Akşam yemeğinden söz etmeye kalkarsa “ iş başka arkadaşlık başka “ deyin.
Bunun dışında başka şaşırtma hamleleri de yapabilirsiniz.
2. BASİT EZİYET
Bir gün onu odanıza çağırın ve ona hal hatır sormadan bir çok iş yükleyin.
Ne zaman istediğinizi söylemeyin, ne zaman yetiştirebileceğini sormayın. Başka işe dalın ve onu veya sorularını görmezlikten gelin.
Ertesi gün yanına gidin ve omzuna dokunup “hadi bakalım işleri yapıyorsun” deyin ama vereceği yanıtı beklemeyin. Ertesi gün yemekte “bitiyor işler değil mi? “ deyip hızlıca yanından geçin. Bir gün sonra odanıza çağırın ve işleri sormak yerine doğrudan hesap sorun. “Niye bitmiyor bu işler kardeşim?” diye hafif bağırmaya başlayın. Yaptığı şeyleri göstermeye kalkarsa acele ile bakın ve bilmiş tavırla devam edin. “ Sen anlamıyorsun bunların hepsi bir bütündür, hepsi olmayınca hiçbir işime yaramaz benim bunlar”.
Sonra olmaz böyle şey gibi içinizden söylenmeye başlayın ve kafanızı iki yana sallayın. Son söyleyeceğiniz şey “kapıyı kapa da biraz çalışayım” olabilir. Kibar olmanız gerekmez ,kerata haddini bilsin.
3.SİNDİRME
Karşılaştığınızda ona imalı imalı bakın ve kafanızı iki yana sallayın. O merakla bakınca. “Bilmiyorum bakalım neler olacak “ deyin. “Senin için üzgünüm” ü de ekleyebilirsiniz. Sonraki günlerde odanıza çağırın ve bu işin böyle yürümeyeceğini söyleyin. Soru soramayacaktır mutlaka, ona gizli bir şey biliyormuşsunuz da söylemiyorsunuz havası verin. Sonra kişiliğine yönelin ve yaptığı işlerin kendi kişiliği nedeniyle kalitesiz olduğunu açıkça belirtin. Bu durumdan daha çok çalışarak çıkabileceğini , onu hep kontrol edeceğinizi söyledikten sonra , tehdit edin: “ Bu iş böyle giderse sonucu tahmin edersin herhalde...” Sonra birden susun ve şiddetle, gözünüzü ayırmadan gözünün içine bakın. Gözünü kaçıran kaybeder. O gözlerini kaçırmazsa “ ne oluyor” anlamında kafanızı sallayın, konuşmadan. Kaçıracaktır.


4.İKİNCİ DERECE EZİYET
Birlikte bir toplantı veya müşteri ziyareti sırasında onu küçük düşürün diğer insanların arasında , mutlak bir şey bulursunuz nasıl olsa. Sudan olabilir.
Akabinde ona iyi bir ders verin, işler nasıl yapılır diye bir monolog yoluyla.
Her gün programlı olarak aynı saatte çağırın ve yaptığı işlerin ayrıntısını sorun.
Sudan bir şeyi bahane edip” neden bana sormadan yaptın?” diye azarlayın.
Kendi yetkisini size sormadan kullanamayacağını söyleyin.
Bir gün yapmadığı bir işi görünce veya her şeyi size sormaya kalkışınca yakalayıp sıkıştırın.” Kardeşim her şeyi bana soracaksan senin ne yaptığını düşünürüm ben” deyin acımasız ve sert bir dille.

Bu ve buna benzer türemiş davranışları arasız ve sırasız yerine getirebilirsiniz. Emin olun daha çok çalışacak ama daha az iş üretecektir. Gazanız mübarek olsun.

ÇALIŞAN PERFORMANSINI ARTIRMANIN 7 ZORUNLU YOLU

Yöneticiler ne ister dersem hemen yanıtınız hazırdır. Çalışanların performanslarının artmasını isterler. Siz performans artışı derken bir takım eylemleri ve sonuçları düşünürsünüz ama sizin sözünüzü duyan kişi, yanınızda çalışan veya sizinle birlikte aynı işyerinde bulunan kimseler tam olarak ta aynı eylem ve sonuçları düşünmüş olamazlar, Muhtemelen onların da zihinlerinde bir performans tanımı vardır. O halde Performans artışını biraz daha somut olarak anlatmak gerek sanırım , kalıplaşmış tanımlardan biraz uzaklaşarak. Çünkü soyut kavramlar herkes tarafından aynı şekilde anlaşılmaz.
Aslında yöneticiler iş sonuçlarına bakarlar. Aynen onların amirlerinin yani patronların, hissedarların baktığı gibi. İş sonuçlarına ulaşmak için bir çok şeye ihtiyacınız vardır.Bunlardan en önemlisi de insandır. İnsanların hedeflenen iş sonuçlarını üretmesi çalışmaları yoluyla olur. Çalışmaların yönetimin istediği gibi sonuçlanması için bakın neler gereklidir:

Beklenen sonuçların açık ve net bir şekilde çalışanlara iletilmiş olması.
Ölçülebilir ve zaman bağlı olan ve “bana göre” diye nitelenmeyecek somut hedefler olmalı bunlar.
2.Çalışanlara işlerini yürütmeleri için gerekli ortamın hazırlanmış olması.
İş yeri ,makine, teçhizat bilgisayar prosesler vb.
3. Çalışanlara yaptıkları iş karşılığında bir bedel ödenmesi.
Bu etkenleri hazırlamak yöneticinin veya işveren temsilcisinin görevidir.
Buna karşılık çalışanların da yapacakları şeyler vardır:
1.İş saatlerini tümüyle işlerine adamaları, bedenen ve zihnen orada olmaları
2. İşlerini sevmeleri ve kendi işlerinin sahibi imiş gibi çalışmaları
3.Meraklı ,araştırıcı, problem çözücü, sonuç üretici, olarak işlerini zamanında bitirmeleri.
Gördüğünüz gibi işler karşılıklı , üç üç berabere durumda işveren ve çalışan.
Amerikalılar çok sever böyle sayılarla bir şeyler anlatmayı belki okuyucuya pek cazip geliyordur , bakalım bir sonraki öneri de ne çıkacak diye bekliyorlardır. Siz de başlıktaki yedinici yo ne ola ki düşünüyorsunuz umarım.Yedinci yol ise kazan kazanın olmazsa olmaz şartıdır ve her iki tarafın birlikte yapması gerekli bir eylemdir.
Yedinci yol hava , atmosfer veya akvaryumun suyu gibi nitelendirilebilir.
Tüm çalışanların birlikte soludukları havanın temiz ve besleyici olması gerekir.Bu hava yönetim yaklaşımından , ilkeli davranışlardan başlar, herkesin doğru ve olumlu niyetle çalışması , yapıcı iletişim ve ilişkilerin sürdürülmesi ile yürür ve çalışanların bağlılığından geçerek üstün performansa giden yolun önündeki karları eritir.
Yedinci yolu düşünen her yönetici ve çalışanın birincil görevi havayı, çevreyi temiz tutmaktır.

2 Ağustos 2008 Cumartesi

İŞ DEĞİŞTİRMEK

İŞ DEĞİŞTİRMEK

TARAFSIZ TAVSİYELER

Çalışan olarak iş yerini seçme konusunda başlangıçta işverenin onayı ile işe başlarız ama sonuçta bize önerilen mevkii ve ücreti kabul edip etmemek bizim kararımızdır.Bir işe girdikten sonra bu süreç gene iki taraftan birinin isteği sonucu kesilebilir. İşten çıkartmayı bir kenara koyarsak işi bırakma konusunda çalışan özgürdür. Burada temel bir takım noktaları , incelikleri ıskalamamak gerekir.
Çalışan olarak iş akdini fesih etmek istiyorsak öncelikle ilk amirimize bunu zamanında bildirmemiz gerekir. (Sorununuz, benim bir vakitler başıma gelen gibi ilk amiriniz ile ise bu kararı onun amirine bildirebilirsiniz). Ayrılmadan önce ayrılma nedenlerinizi amirinize anlatmanızda yarar vardır. Kesin kararlı iseniz işlerin aksamaması için onların uygun bulacağı tarihte anlaşmayı kabul edin. Aksi takdirde yasal süreler devreye girer. O zaman zaten yapacağınız bir şey yoktur. Onun için medeni bir insanın yapacağı şekilde görüşerek , konuşarak barış içersinde ayrılmanın yollarını aramak ayrılanın görevidir.
İş konusunda rahatsızlığınız varsa bunu uygun bir dille amirinize anlatabilirsiniz. İşi aksatmanın geç gelmenin , gündüz ortalıktan kaybolmaların pek olumlu işaret olmadığını her yönetici anlar.
İşe devam etmeniz için bir takım düzenlemeler (iş veya parasal) istiyorsanız ,bunları anlatmanın bir sakıncası yoktur. Ama bu tavrınızda sakın "bunlar olmazsa giderim ha!" izlenimini vermeyin. Hiç bir yönetici şantajı sevmez , hemen teşhisi koyar ve seçeneğini aramaya başlar , çünkü iş hayatında hiç kimse vazgeçilmez değildir.(siz bile). Hangi işi yaparsanız yapın sizin yerinize birisi bulunacaktır. Bunu işverene bir silah olarak kullanmak ancak ilişkileri kötüleştirir.
Yazılı kararınızı verdikten sonra iş bitmiştir.
Eğer siz bir yönetici iseniz ve yanınızdaçalışan bir elemanınız ayrılıyorsa siz ona nedenlerini sorabilirsiniz.Bir çok yöneticinin yaptığı gibi nereye gittiğinden çok niçin gittiğini irdelemekte sizin için yarar vardır. Gelecekte başka elemanlarınızın da ayrılmaması için size yol gösterebilir bu nedenler. Amir olarak kişisel karara saygı duymak durumundasınız. Sakın “aman gitme” diye yalvarır konuma girmeyin. Sana şunu vereyim , bunu şöyle yapayım demenin , yazılı bir karar varsa karşınızda, size ancak zararı dokunur. Eleman kararından dönse de dönmese de sizin gitmemesi için ona neler vaadettiğinizi biraz da bire bin katarak diğer çalışma arkadaşlarına anlatacaktır. İnsanlar çokça konuşur ama yazılı bir karar vermişse çok düşünmüş demektir.Son çareniz ona yazıyı vermesini bir gün ötelemek olacaktır. Ama bunun da bir faydası olacağını sanmıyorum . İlke olarak gitmek isteyeni tutmanın hiç kimseye yararı yoktur.
İş değiştirirken ne yapmalısınız? Şövalyeliğin lüzumu yoktur.Mutlaka bir iş bulun ondan sonra ayrılma kararınızı bildirin. Bu bulduğunuz işi halen çalıştığınız iş yerine karşı bir silah olarak kullanmayın. Karar sizindir. İsterseniz ayrılırsınız.
Yeni bir iş aramak veya gelen görüşme tekliflerini (ister doğrudan bir şirketten ya da bir aracı kurumdan (headhunter) gelsin) kabul etmek ayıp veya yasak değildir. Profesyonel yaşamda bunlar doğal şeylerdir. Bir şirkette uzun süreli çalışmak iyidir ama hiç kimse ilk veya ikinci şirketinden emekli olacak diye bir kural yoktur.
Ama ayrılma zamanını siz kendi kariyerinizi düşünerek verdiniz zaten.






İş değiştirirken şu noktaları düşününüz:

--Halen çalıştığınız şirkette amirinizle veya üst yönetimle huzurlu bir çalışma ortamınız var mı?
Bu sorunun yanıtı hayırsa aşağıdaki soruları daha kolay yanıtlayabilirsiniz. Yok huzurunuz varsa iyi düşünün derim.
----size gelen teklifte maaş artı yan faydalar sizin halen aldığınızdan ne kadar fazla?
Bu fazlalık size bağlı. Huzurunuz yoksa aynı maaşa da gidebilirsiniz ama bazı hallerde 1.5 katı maaş bile sizi cezbetmiyor olabilir.( İki katı ve fazlası ise yine iyi düşünün. Bu halde kendinize şu soruyu sorun ben bu kadar maaşı hak ediyorsam beni niye başkaları keşfetmedi şimdiye kadar ? )
----Halen bulunduğunuz yerde ileri gitme olanağı var mı? Gelecek nasıl görünüyor?
---Kendi kişisel (mesleki ) gelişimimi nerede daha iyi sağlayabilirim?
----Gideceğiniz yerde hal konumu ne? Gelecek ne olabilir ?
----Gideceğiniz şirketle şimdiki şirketinizi karşılaştırdınız mı? İş yaşamında (piyasada) bu şirketlerin durumu , geçmişleri , gelecekleri nasıl görünüyor?
---Size vaadettiklerini siz hep iyi çalışsanız da ne kadar süre ile size verebilirler , verecekler acaba diye düşündünüz mü?

Bazen gözü karartıp gitmek gerekir , risk almak gerekir diye düşünebilirsiniz.
Haklısınız. Ama her şeyi iyice düşünüp tartmak daha yerinde olur.Bunu da ancak siz yapabilirsiniz. Bu kararı vermeden önce sevdiklerinize danışabilirsiniz(iş arkadaşlarınıza değil) ama sonuçta karar sizindir ve verdiğiniz kararın sorumlusu (kalsanız da gitseniz de) sizsiniz.

İş değiştirmenin bir başka şekli de şirket içinde başka bir bölüme gitmek şeklinde olabilir.
Bu durumda da yukarıdaki sorulardan bir çoğunu sormalısınız kendinize.Ölçütleriniz bunlardır ve karar yine sizindir. Bu gibi durumda mutlaka kendi amirinizi ikna etmelisiniz. Gitmenize karşı ise işi önleyemez ama çeşitli bahanelerle geciktirebilir. Aynı çatı altında ilerde de çalışacağınıza göre ilişkileri iyi tutmakta yarar vardır.

Bütün bunları düşündükten sonra ayrılmaya karar verdiniz ve ayrıldınız.Ayrıldıktan sonra da size önemli bir görev düşüyor. Kesinlikle ayrıldığınız şirket hakkında olumsuz şeyler anlatmayın. Şirketinizi kötülemeyin . Ne gittiğiniz yeni şirkette ne de özel yaşamınızda bu tip olumsuz duygular bulacağı dinleyiciden olumlu tepki almayacaktır. Aksine size kötü puan kazandırır bunlar. Siz belki rahatlamak ve boşalmak için anlatırsınız bunları ama insanlar sizi dinlese de bir gün onların arkasından da konuşacağınız bilinçaltından geçebilir.

Son söz olarak şunu söylemeliyim. Odadan çıkarken kapıyı hızlı çarpıp çıkmayın. Bir gün aynı kapıyı (başka bir nedenle de olsa) çalmanız gerekebilir.
Fuat Yalçın
www.fuatyalcin.com

1 Ağustos 2008 Cuma

FAİR PLAY

FAİR PLAY
Herkes kazanmaktan söz eder, hatta hedefini kazanmak olarak açıklar. İşin içinde kazanan biri olunca demek ki kaybeden birileri de olmalı. Peki rekabet neresine düşüyor bu denklemin? Arkasındaki derinliği ve anlamını pek fazla sorgulamadığımız bu konuları irdelememize yardımcı olmak üzere gelin gerçek bir olayı anımsayalım.
O zaman daha televizyonlar yoktu . Olsaydı bütün dünyanın göreceği ve üzerinde derin düşüncelere dalacağı bir olayı hatırlayalım.
Yıl 1928, yer Amsterdam; günlerden 1 Ağustos Çarşamba. Olimpiyat oyunları gerçekleşiyor. Olimpiyat’ın ana dalı tabiiki atletizm. Atletizm yarışlarını seyretmek heyecan vericidir . Yarışların içinde en ilginci 3000 metre engelli yarışıdır. İçinde hiç bir yarışta bulunmayan sulu engel vardır. Bu yarışta hem koşulur hem engel atlanır hem de ıslak ayaklarla mücadele edilir. Sulu engelin arkasında bir de suyun içinde bulunduğu çukur vardır . Atletler engelin üstünden ileri atlamaya çalışırlar, meyilli çukurun derin kısmına düşmemek için. Nurmi 1920 yılında Antwerp ‘de, 1924 ‘de Pariste Olimpiyatlarda bir çok altın madalya kazanmıştır. 1500, 5000 , 3000 kır koşusu , 10000 metre koşuları onun altınları topladığı koşulardır. O yıllarda Finli koşucular çok başarılıdır. Üçüncü olimpiyatında Nurmi 1500 metre için takıma alınmaz. Kır koşusu da olimpiyatlardan çıkarılmıştır. O da hayatında iki kez koşacağı 3000 metre engelli yarışına katılmaya karar verir. 3000 metre engellinin ilk seçme yarışı başlamadan önce herkes Nurmi’nin kazanmasını beklemektedir. Onunla bu yarışta koşan bir kişi daha vardır. Fransız Lucien Duquesne. Duquesne yarıştan önce tanrıdan bir şeyler olmasını ister, öyle bir şey olsun ki kendisi Nurmi’yi geçsin. Normal koşullarda kendisinin kazanamayacağını bilen Fransız ilahi güçlerden yardım ister. Atletler mücadeleye hazırdırlar. Yarış başlar, koşucular heyecanlarını unutup koşmaya başlarlar. Fransız, efsanevi Finli ‘nin biraz önünde koşuya başlar. Nurmi hemen onun arkasında koşarken ilk sulu engele çıkar ve düşer, suyun derin bölümüne kapaklanır. Tanrılar Duquesne ’in dileklerini kabul etmiş midir acaba? O an Fransız’ın kafasından geçenleri bilmek mümkün değildir. Duquesne en büyük rakibinin düştüğünü görünce durur, geri döner ve Nurmi’nin elinden tutarak onu kaldırır . Ancak koşu devam etmektedir. İkili birlikte koşmaya başlarlar; biraz geride kalmışlardır ama daha yarış uzundur. Nurmi ve Duquesne ilerleyen metrelerde açığı kapatırlar ve diğer atletleri teker teker geçerler. Artık yarışın sonuna yaklaşılmaktadır ve iki koşucu başa baş koşmaktadırlar. Son düzlüğe girildiğinde ikisi de depara kalkar ama efsanevi koşucu Nurmi daha güçlü bir depar atar ve Duquesne’nin önünde yarışın son metrelerine yaklaşır , Duquesne onun bu deparına cevap verememektedir, Nurmi’nin kazanacağı kesin gibidir. Nurmi bir anda yarışın başını ve rakibinin kendisine yardım ettiği anı anımsar ve hızını düşürür, çünkü Duquesne onu çukurdan kaldırmasa onun bu yarışta burada olması mümkün olmayacaktır, kazanmak Duquesne’nin hakkıdır. Onu kaldırmak için durmasa yarışın başında açık farkla öne geçmiş olacaktı. Duquesne rakibinin yavaşlamasıyla onu yakalar ve tam geçmek üzereyken o da büyük yarışçının büyük insanlık jestini anlar; ne olursa olsun, yarış öncesi kendisinin kazanması için Nurmi’nin bir şekilde geri kalmasını dilemiş olmasına rağmen birinciliğin Nurmi’nin hakkı olduğunu bilmektedir. Duquesne duraksar ve Nurmi’nin kendisine sunduğu birinciliği kabul etmez. Ancak bir iki saniye içinde olan bu olay sırasında doğa yasaları işlemektedir. Belki de yukardan bir yerden güçlü ve gizli bir kuvvet olaya müdahale eder. İki atletin bedenlerindeki atalet onları finiş çizgisine iter ve iki atlet yarışı göğüs göğüse bitirirler , çünkü ikisi de haketmiştir birinciliği ve ikisi değer olarak birbirlerine eşittirler.
Bu gerçek öyküden herkes kendine bir ders çıkartabilir, ama ben size birkaç ipucu vermek istiyorum. İşte üstünde biraz düşünmek üzere size iştah açıcılar: Fair play, insani büyüklük, kazanmak; rekabet, yarış, kaybetmek, başarı.
Unutmamak gerekir ki “fair sonuç” için “fair play” ( dürüst sonuç için dürüst oyun) gerekir. Kazanmak ve başarı salt sayılarla, istatistiklerle ölçülemez; içsel kazanım ve iç başarının göz ardı edilmemesi gerekir , eğer iç huzuru ve kaynağı kendinde bir mutluluk istiyorsak.
Son tahlilde “dürüst sonucun” olduğu zaman ve mekanda kazanan/kaybeden kavramlarından söz etmek mümkün değildir.

Fuat Yalçın

http://www.fuatyalcin.com/

SİZ HİÇ PENALTI KAÇIRDINIZ MI?

SİZ HİÇ PENALTI KAÇIRDINIZ MI?

Kısmınızda , veya şirketinizde çalışan bir kişi işten ayrılmak istediğinde ne düşünürsünüz?
n aman boşver nasıl olsa yeni birisini buluruz
n zaten çok iyi değildi performansı
n hemen personel ,pardon İK kısmına haber verelim bulsunlar birini
n gitmek isteyeni tutmayacaksın birader
n aman rakibe falan gitmez inşallah
n nereden bulmuştuk bu adamı biz?
n ya gene mi adam arayacağız?
n ne kadar zor bu insanları anlamak!
n eğit, yetiştir sonra çekip gitsinler , nankör kardeşim bunlar

İster böyle düşünün isterseniz daha sağduyulu yaklaşın , her halukarda bir sorunla karşı karşıyasınız. Siz bunları düşünürken gelin ben sizi insan kaynakları seçme ve yetiştirme olgusunun başka bir köşesine götüreyim .

Gazeteler arada bir yazar, insan kaynakları dergi ve eklerinde arada sırada ama hiç bitmeden bir köşede anlatılır, yeni çıkan ve bir çok kişi tarafından ziyaret edilen insan kaynakları internet sitelerinde muhakkak değinilir , dergiler ekler dağıtırlar ve bu konuya ne kadar önem verildiğini anlatırlar; başlıklar halinde ya da özel makalelerle konu herkesin aklına yerleştirilmek istenir. Normal olarak yazılan ve anlatılan konunun bu kadar yayın organında görülmesi konunun önemine işaret eder. Bunları okuyunca normal tepkimiz “eh tabii ne kadar önemli bir konu mutlaka her iş başvurusunda bulunan kişi bu noktalara dikkat etmeli” olur. Sözünü ettiğim konu “iş başvurularında ve mülakatlar sırasında neler yapmalı, nasıl davranmalı?” konusu. Özgeçmiş yazmak , kendinizi yazılı olarak düzeyli ve anlaşılır bir şekilde ifade etmek birinci ve gerekli bir koşuldur ama yeterli değildir. Esas işe alınıp alınmamanıza karar verilecek olay görüşme veya mülakattır. Bu kadar çok değinilmesine rağmen bazı insanların hala bu önemli buluşmada kritik hatalar yaptığına inanıyorum.
Geçenlerde iş sahibi bir arkadaşım beni aradı ve bir pazarlama müdürü aradığını, adayların mülakata geleceğini söyledi ve benim de mülakatta bulunmamı rica etti. Uzun yıllardır iş hayatında bulunduğumu ve bir çok işe alma işlemi gerçekleştirdiğimi bilerek benden kendisine karar verme konusunda yardımcı olmamı istedi, ben de seve seve kabul ettim. İki günde dokuz kişi ile görüştük. Adayların hepsi yüksek tahsilli idi , hepsi iyi derecede yabancı dil biliyorlardı. Deneyimleri ise çeşitli idi. Kağıt üstünde ön elemeyi geçmişler ve görüşmeye davet edilmişlerdi. Adayların çoğu aynı hataya düştüler. Anlattıkça anlattılar. Sorduklarımıza yanıt verirken sormadıklarımıza da yanıt verdiler, hem de uzun uzun. İlgili ilgisiz bir çok şey anlattılar. Bir tanesine işinden neden ayrıldığını sorduk ,kısaca “ çalışma ilkelerimiz uymuyordu anlaşamadık” deyip geçmek varken eski işi ve işvereni ve anlaşmazlık konuları hakkında uzun uzun bilgi verdi. Ben müdahale edip “anlaşamadınız yani” deyip konuyu değiştirmesem kimbilir neler anlatacaktı. Bir diğeri varsayımsal anlatımlara girdi bir başkası bize pazarlama kitaplarında kolayca bulunabilecek konuları ders olarak anlatmaya çalıştı. Hele biri vardı ki ben de arkadaşım da görüşme sonrası bu kişinin ne kastettiğini anlamak için birbirimize ayrıca sorular sorduk. Aday bize bazı özel isimlerden söz ediyordu ve bu şahsı tanıdığımız varsayıyordu, oysa bu şahıs ne sanayi alanında yaptıkları ne de herhangi başka bir özelliğinden dolayı toplum içinde tanınan bir kişiydi. Aday bize bu şahsa ne dediğini neler söylediğini anlattı durdu yok durmadı bir sürü şey anlattı. Bu arada bana ve arkadaşıma hiç duymadığımız bazı kavramlarla anlatmaya çalıştı. Bir diğer aday hızını alamadı tuttuğu takımın yenilgisine ne kadar üzüldüğünü anlattı. Başka biri ise yöneticiik dersi verdi. Bir diğeri ise çalıştığı şirketi öyle anlattı ki biz ikimiz hiç bir şey anlamadık. Şirketin ne ürettiğini ve pazarladığını anlamadık. Şirketin adını hiç duymamıştık, tabi bu olabilirdi ama bize tanıtıcı hiçbir şey anlatmadan ne kadar muazzam şeyler yaptığını abartarak anlattı. Neden ayrılmak istediğini sorunca da bu şirketten alacağı çok yüksek bir tazminat olduğunu söyledi. Miktar bir profesyonel için gerçekten çok yüksekti ve 25 yıldır iş hayatında olan benim ülkemiz koşullarında duymadığı ve inanamayacağı bir büyüklükte idi. Arkadaşım ve ben bu şahsa soru sormaktan vazgeçtik.
Mülakata gelenlerin ortak yönü dinlemeyi ve soru sormayı bilmeden son sürat kendileri hakkında konuşmaları idi. Biz hiçbir adaya karar veremedik , vermedik; bu gelenleri işe almayı düşünmedik bile. Benim şaşırdığım nokta bu kadar tahsilli insanların nasıl hiç kendilerini tartmadan konuşmaları , ağız freni diye bir şey bilmemeleri oldu. İnsanlar kendi geleceklerini ilgilendiren bu önemli görüşmeye ne kadar hazırlanıyorlar!
Bu konuya başka bir açıdan bakarak iş görüşmelerini penaltı atışına benzetmek istiyorum. Herkes penaltı atışında kalecinin çaresiz olduğunu ve kurtarılması çok zor olan bir vuruş ile karşı karşıya kaldığını düşünür. Aynen iş istemek için mülakata giden adaylar gibi. Ama bence bunun tersi geçerlidir. Penaltı gol olursa kimse kaleciye bir şey demez ama vuruşu yapan golü atamazsa herkes ona öfkelenir. Adayın bin bir engeli aşamaması veya bir çok kişinin arasında seçilen olamaması daha yüksek bir olasılıktır tıpkı penaltının gol olması gibi. Ama yapılan seçimin doğru olmaması penaltıyı kaçırmak gibidir. Görüşme sırasında iki taraf ta heyecanlıdır. Kendisine ne kadar güvenirlerse güvensinler her iki tarafın hata yapma olasılığı vardır. Aday hata yapması sonucunda işe alınmayabilir, hata yapmasa da işe alınmayabilir , bu halde yeniden iş aramaya devam edecektir. Ama adaya çalışma teklifi yaptıktan yani işe kabul etme kararı verdikten sonra bu kararın yanlış olmasının doğurduğu sonuçların etkileri daha ağır olabilir.
İşe almaya karar verilen kişinin iş hayatında gerekli performansı gösteremediğinin veya işe uygun olmadığının bir süre sonra anlaşılması ne kadar acı olur değil mi? Aslında yanlış bir yaklaşımla yöneticiler elemanlar işten ayrılınca yeni birisini aramaya başlarlar. Aynı yere su dökülünce temizlemeye başlamak ya da ampul yanınca yeni bir ampul takmak ya da lastik patlayınca değiştirmek gibi reaktif bir eylem olduğu sanılır işe alma sürecinin.
Eğer penaltı kaçırmak istemiyorsanız çevrenizdeki insanlarla ilişkide bulunurken sürekli olarak, kaliteli, olumlu zihinsel tutuma sahip, akıllı ,soru sormayı ve iyi dinlemeyi bilen, şirketiniz kültürüne uyum sağlayabilecek , sonuç odaklı insanları tarayınız . Bu tarama işlemini yaparsanız arama işlemenize gerek kalmayacaktır. Bu görevin yalnız insan kaynakları yetkililerinin değil tüm yönetici ve yönetici adaylarının görevi olduğunu bilmem söylemeye gerek var mı? Bu profildeki insanları istihdam ederseniz onların şirkete uzun yıllar hizmet etmesini ( eğer bunu istiyorsanız tabii ki) temin için sağlam bir temel oluşturursunuz.

Fuat Yalçın
www.fuatyalcin.com

SESSİZ KAHRAMANLAR

SESSİZKAHRAMANLAR

İsterseniz onları arayıp bulabilirsiniz, çünkü bir yöneticinin en güveneceği kimseler onlardır. Belki de şirketleri ayakta tutanlar onlardır. Şimdi bu kişileri nasıl bulacağınız düşünüyorsunuz değil mi? Onların alnında bu özellikleri yazmaz, kendilerine özgü bir kıyafetleri de yoktur. Ama onları diğerlerinden ayırt eden özellikleri vardır.

İşe gelmemezlik yapanlar kimlerdir?
Baskı altında dahi tam iş çıkartanlar kimlerdir?
İşleri en iyi şekilde zamanında teslim edenler kimlerdir?
Takımın ihtiyacı olduğu zaman ek işler üstlenmeye kim hazırdır?
Diğerleri ortada yokken fırtınada yelkenleri açmak üzere güvertede kim bulunur?
Sürekli, talimat almak, yol gösterilmesini beklemek yerine yola çıkan ve iş bitiren kimlerdir?
Kim sakin ve göze batmazdır ? Yalnız yaptıkları ile konuşanlar kimlerdir?
Patron yanıbaşında olmadığı zaman da iyi iş çıkaran, güvenebileceğiniz kimse kimdir?

Kim problem yerine çözümler getirmektedir?
Kim diğer arkadaşlarına kendilerini geliştirmek üzere yardım etmektedir?
Kim kendini geliştirmeye hazırdır?
Kim grubun moralini yüksek tutmaya hazırdır?
Kısacası ihtiyacınız olduğu zaman yanınızda olan kişi kimdir?

Bu insanlara yakın olunuz onlara yalnız şef amir olarak yaklaşmayın, onlara iyi iş çıkardıkları için iyi bakmanız yetmez. Bu kişilere diğerlerine davrandığınız gibi insanca davranın. Onları insan yerine koyun. Onların ne düşündüklerini ne hissettiklerini sorun. Onların hayatının daha anlamlı olması için, sizin neler yapabileceğinizi düşünün. İşte o zaman iyi bir yönetici olma yolunda önemli bir adım atmışsınız demektir.

KARİYERİMİZ VE YAŞIMIZ

KARİYERİMİZ VE YAŞIMIZ
İş yaşamım boyunca iş görüşmesi yapmak için bir çok kişi bana geldi. Öte yandan fikir danışmak için de gelen bir çok genç ile görüşme yaptım. Gelenlerin bir çoğu özgeçmişlerini güzel olarak yazmışlardı. Ben de özgeçmişlerini incelerken bir çok noktayı inceler onlara soru sormak üzere hazırlanırdım. Bir iş görüşmesinde sorulması artık geleneksel hale gelmiş soruları sırayla geçip, kişinin aranan mevkiin özelliklerine uyup uymadığını irdeledikten sonra asıl merak ettiğim konulara gelirdim. İş görüşmesine gelenlerin anlatacakları iki konu özellikle dikkatimi verdiğim konular olurdu. Bunlardan birincisi kişilerin iş yaşamları dışında nelerle ilgilendikleriydi. Bir insanın çalışkanlığı, iyi iş alışkanlıkları olması, yetkinliği önemlidir, mutlaka göz önüne alınmalıdır. Aynı kişinin özel yaşamında nelere ilgi gösterdiği ise onun alışkanlıklarının diğer yüzünü göstermesi ve zamanlarını nasıl değerlendirdiklerini ortaya koyması açısından çok önemlidir. İkinci önem verdiğim özel konu olarak onların daha önce neler yaptıklarına ve hangi iş yerlerinde çalıştıklarına bakardım. Şimdilerde de gözlediğim üzere çok sabırsız olan gençler bir iş yerinde çok uzun durmaz ve özgeçmişlerinde kısa çalışma süreli bir çok iş yerini yazmış olurlardı. Ben de fazla iş değiştirmenin çok iyi olmadığını içimden geçirir ama iş yaşamının ilk çeyreğinde böyle davranmanın doğru olduğunu düşünürdüm. Öyle ya insan iş yaşamının başında birkaç iş yeri değiştirir ve son olarak uzun yıllar çalışacağı belki de emekli olacağı şirketi bulur ve uzun yıllar bu şirkette çalışırdı. Ben ise üniversiteyi bitirmenin ardından girmiş olduğum iş yerinde uzun yıllar çalışma fırsatı bulmaktan mutluluk duyar ve o ilk yerinden emekli olacağımı düşünürdüm. Tabii o zamanlar beni saran paradigmalarımın farkında değildim. Sanki benim içsel sesimi duyan ve bana sürpriz hazırlamaya can atan iş hayatı, acımasız öğretmen hayat ile işbirliği yapmaya söz vermişler ki, sınavlarını hemen önüme koydular. Kendi isteğimle 40+ ( tam olarak 43) yaşımda kendime yeni bir kariyer yolu aramaya koyuldum. İş görüşmelerinde çok iş değiştiren gençleri içten içten eleştirmem dönmüş dolaşmış bir başka şekliyle beni bulmuş olmalı ki yine 40+ da ikinci kez kariyer yollarının Arnavut kaldırımlarında dizlerimi çürüttüm. Gençlerin bir çoğu bu atlama veya arayışları kariyer emekleme döneminde yaparken ben yaşamın cilvesiyle ( zaten ne cilvelidir bu hayat değil mi? ) dizlerin romatizmaya davet çıkarmaya, doktorlara daha sık görünmeye başlanan yıllarda kariyer geliştirme aşamasını yaşamaya başladım.
Eh tabi şimdi sizlere, dördüncü çeyrekte yol aldığım şu günlerde, iş yaşamının üçüncü çeyreğinde iş değiştirmenin ve kariyer yolları aramanın faziletlerini şimdiki deneyimlere dayanarak ve yeni paradigmalarımla anlatırım.
Deneyimin alışagelmiş tarifini bir tarafa koyarak Aldoux Huxley’in anlatımıyla deneyimi inceleyecek olursak, o, başımıza gelenler veya yaşadıklarımızın toplamı değil, başımıza gelenler sonrası ne yaptıklarımızdır. Bunları bilince yani yaşadıklarımızdan ders çıkartınca bir yaşam ustası olmak yolunda önemli adımlar atmış oluruz.
Evet yaşam ustası olmak istiyorsak kendimize bazı sorular sormamız gerekiyor.
Kendime nasıl hizmet edebilirim?
Başkalarına nasıl hizmet edebilirim?
Bir yaşam ustası kendine nasıl hizmet edebilir?
Bir yaşam ustası birlikte yaşadığı toplumun her üyesine nasıl hizmet edebilir?
Bu soruları ve yanıtlarını derin düşünceye dalarak irdelediğimiz zaman bir yaşam ustası olmanın yanı sıra, hayatımızın sürekli değişen anlarında bir dönüşüm ve değişim ustası olmamız mümkün olacaktır. Bilindiği gibi zekanın bir tanımı da insanın bulunduğu yeni çevreye ve koşullara uyum gösterme yeteneğidir. Kırkından sonra iş değiştirmek ve kariyer yolları aramak ta yeni bir durumdur ve bunun üstesinden ancak kendini ve çevresini aydınlatan sönmeyen yıldızlar, yaşam ustaları gelebilir.
Fuat Yalçın